Perşembe, Aralık 01, 2011

mektup

Cevap yazmamak olur mu? Olmaz. Öğretmenler gününde aldığım bir sürü mektup içinde bugüne kadar cevaplayabildiğim şuncağız mektuplar.



Perşembe, Kasım 24, 2011

başka bir öğretmenler günü mümkün

olmalı.
Yine de bu günümü özel hissettiren herkese şükranım sonsuz. Öğretmenlerim, öğrencilerim, annem, kardeşlerim, dostlarım, ve adam'ım, öhöm.

Öncelikle 24 Kasım çekincelerime açık getireyim. Şurada çekinceye sevk eden bir yazı var. Yıllardır öğretmenler gününü aslında bir "unutturma aracı" olarak kutladığımızın farkında olmak, ilk öğretmenler günümün berraklığını bulandıracak gibi oldu, izin vermedim.

"Olay çıkarmasın", bir günü kutlayıp yoğrulup gitsinlerin '81 model anlayışı, 2011'de de pek farklı değil. Ülkemin eğitiminden sorumlu bakanı, "Bizim bakanlığın önünde her hafta eylem yapıyorlar. Bir de sorun uydurmuşlar ataması yapılmayan öğretmenler diye, böyle bir şey yok." şeklinde açıklama yapabiliyor, kelime oyunlarına başvurabiliyor.

Şafak öğretmenim de vardı, biz üç-beş öğretmen oturduk, ataması yapılmayan öğretmenler diye bir sorun "uydurduk" zaten.

Eğitim politikası olmayan, öğretmen yetiştirme yolu-yönteminin izi bile bulunmayan, 150bin öğretmen açığını 60bin ücretli öğretmenle doldurmaya çalışan, temizlik görevlisi, tuvaletlerde sabunu olmayan okullara tablet bilgisayar göndermeyi proje sayan bir ülkenin vatandaşıyım, öğretmeniyim, bu daha "uyduruk" değil mi?

Bugün bir öğrencimden şöyle bir mektup almak daha kahredici değil mi?


Öğretmenler günü diye okulda 3 ders yapılsın isteyen, tatil yapılmayınca da öğretmenler zilinden 10 dk sonra derse giren öğretmen, aynı gün 11 saat derse giren, 6 saatini bahçede nöbette geçiren benden, fazla fazla maaş alıyorsa, ancak aldığı maaş yine OECD ülkelerinin altındaysa, hangisi daha can sıkıcı?

Kapı çaldı, silkelendim.
Nöbetçi öğrenci: Öğretmenim size çiçek gelmiş.

Adam! :)


Bugün bir çiçeklere, bir öğrencilerime, bir de anneme sarıldım. Kucaklaşmanın enerjisiyle zorunlu kutlamaların sıkıcılığını kırdım. Kutlama demişken, "millet uzaya gidiyo, biz hala" soğukta, cızırdayan mikrofonlarla, öğrenciye dur, sus diyerek tören yapıyoruz, diye cümleler kurmaktan sakınmayacağım.

Pazar, Ekim 30, 2011

"piriket"

Deftere yazılmaya cesaret edilmeyen bir hafta. Hayatımda üzüntünün bedenime ağır geldiği nadir anlardan birini yaşadım bu hafta. Okulun yanmayan kaloriferleri daha soğuk; yatak ve karanlık bir enkaz gibiydi. İyi haber kötü habere karıştıkça dengem yok oluyordu. Yunus bakıyordu bana, sınıfımdaki onca çocuk gibi. Birine sarılıp ağlamalı mıydım ölüm haberi geldiğinde?

Ayaklarım üşür benim. Can havliyle gönderdiğim çocuk çorapları yetmezdi ki hepsine..

Düşlerinin düşümden gayrı olmadığını bildiğim öğretmenlerimin kötü haberlerini aldıkça yoruldum. 52 günlük öğretmen arkadaşımın hikayesini bildikçe dua ettim. Çokça yutkundum, ağlamadım.

Çocuklarım: "Öğretmenim, onlara piriket gönderelim, okul yapsınlar." dedikçe, okula poşet poşet kıyafetleriyle geldikçe, tuğla yüzü görmemiş briketli gecekondu evlerinde dua ettikçe ben yine yutkundum.

Dün ağladım. Ölüm yıl dönümünde babamın. 15 bayram geçmiş onsuz. Annesiz, babasız, evlatsız, öğretmensiz, öğrencisiz ilk bayram geçirecek kardeşlerime ağladım.

Pazartesi, Ekim 17, 2011

öğrenmenin günlüğü

Tesadüfler Tanrısı bana gülümsüyor ne zamandır.

Dün başına oturduğum defteri bugün tamamlayabildim. Geç kalmış bir defter aslında, neredeyse bir aylık. 29 saat içerisinde çok şey oluyor elbette. Sınıfta cevaplayamadığım sorular, hımm bunu öğrenip geleceğim dediğim şeyler, bir sonraki ders için verdiğim sözler, ders hazırlıkları için aklıma gelen fikirler, beni alıp götüren öğrenci cümleleri, göz atmam gereken makale, internet sitesi, kitap vs.

Bugün, evde kalan yarım defterimi düşünürken 5. sınıflardan bir öğrencim ingilizce günlük tutmak istediklerini söyledi. Günlük tutmakla neyi ifade ettiklerini sordum, açıkçası önce sıcak bakamadım bu fikre. Lise hazırlıktayken günü gününe yazılması zorunlu ingilizce günlüklerimiz vardı, her gün yazacak bir şey bulamadığımız için bir hafta içinde bıkar, bırakır, kontrol günü gelince yaşanmamış şeyleri alelacele yazıp verirdik. Burada sıkıntılı olan şey öğrenmenin bir "otorite" tarafından kontrol ediliyor olması ve bu ödevin kazanımlarının yeterince farkında olmamamız ya da görevin bizim için önemli sayılmıyor olması.

-Peki ne olacak bu günlüğün içinde?
-Gün içinde öğrendiklerimizi yazacağız örtmenim.

Toparlanmam uzun sürmedi çünkü bu harika bir fikirdi. "Öğrenmenin günlüğü" tutulacaktı, hem de sınıfta bunu talep eden bir öğretmen değil, öğrenciydi. Çok mutlu olduğumu ifade ettim, onlara kendi yaptığım defterden bahsettim ve onların da belki kendilerine birer defter yapabileceğini anlattım. Zorunlu değildi günlük tutmak ancak faydalarını onlara sorup, bu görevi kendileri için anlamlı hale getirmelerini istediğimde günlük tutmak istemeyen neredeyse çok azdı.

Kişinin kendi öğrenmelerini kontrol edebilmesi ne iyi. Üstelik defter tutma alışkanlığı, bunu bağımlılığa çevirmediğimiz sürece, öğrenme sürecini sistemli geçirmemizi sağlıyor. Sınıfta dile getirmediğim, doğal bir akran değerlendirme sistemi var. Kelime defteri için bunu gözlemledim, birbirlerinin defterlerine bakarak kendileri ile kıyaslıyor, bilmediklerini soruyor, eksik olanları düzenliyor ve farkında olmadan öğrenmek için öz motivasyon sağlamış oluyorlar.

Bu çocuklardan öğreneceğim o kadar çok şey var ki. Adımı değiştirin benim, öğreten değilim ben.

Tesadüfler Tanrısı'nın bugün bana göz kırptığı son nokta Kayhan Karlı'nın yazısı oldu ve Öğrenme Yoldaşlığı.

Cumartesi, Ekim 08, 2011

hizmet puanı

-Nasılsınız hocam, alışabildiniz mi okula?
-Aaeevet tabi, beklediğimden daha iyi hatta, gün geçtikçe daha iyi iletişim kuruyorum, bu benim için önemliydi. Ama dün bir öğrenciyle garip bir konuşma yaptık, bana, "Örtmenim, siz bu okula neden geldiniz?" diye sordu. Konuşmanın ilerisini tahmin edemediğimden tercihten ziyade atamalarla ilgili bir kaç cümle ettim. Bu cevap ona yeterli gelmemiş olacak ki şöyle devam etti, "Öğretmenler genelde bu okulu, mahalleyi, öğrencileri sevmez de, merak ettim."
-Deseydiniz hocam siz de, ben meraklı değilim burada öğretmenlik yapmaya, her öğretmen ister güzel okullarda çalışmak ama napalım.

Oradan kendisinin kaç hizmet puanı olduğunu, seneye hangi iyi(!) okula tayin isteyeceğini falan anlattı.

Konuşmamızı şöyle sürdürmek istiyordum oysa.
-Bu cümlenin altında ezildim hocam. Çocuklar kendilerini değersiz, zararlı, istenmeyen olarak görüyorlar. Sorusuna cevaben diyebildiğim yalnızca burada olmaktan mutluyum ve siz benim için değerlisiniz demek oldu.

***
Bir insanın, yaşadığı yeri, çalışmak istediği şehri seçmeye elbette hakkı olmalı diye düşünüyorum, bu öğretmenler için de geçerli tabiki, evine yakın bir okulda çalışmak ya da sevdiği bir şehirde öğretmen olmak istemek çok doğal. Ancak aklımda yolunda gitmeyen şeyler var.

Gözlemlediğim kadarıyla çoğu öğretmen arkadaşım bulunduğu okuldan ve öğrencilerden memnun değil. Bu hoşnutsuzluğa sebep kişisel yaşam şartları da olabilir pekala, hakettiği kadar maaş almıyordur, bulunduğu şehirdeki imkan çeşitliliği bir önceki şehirdeki kadar değildir mesela. Sıkıntı, bu mutsuzluk okula ve öğrencilere yansıtıldığı zaman başlıyor. 5. sınıfa gelene kadar 5 tane öğretmen değiştirdiyse bir çocuk, terk edilmenin, istenmemenin üzüntüsünü, buna bağlı olarak bir güvensizlik yaşıyor olabilir.

5 yıl okula giden bir çocuk okuma-yazma neden öğrenemez, cevabın en büyük dilimi bu sebeptir bence.

***
Bir öğretmenin neden öğretmen olduğunu sorgulamak benim haddim değil ancak insan bilmek istiyor, sürdürülmek istenen bir eğitim sürecinde yarı yolda bırakılan çocukları gördükçe. Sınıf öğretmenleriyle ilgili çok haince(!) planlarım var sadece olgun sınıf öğretmeni arkadaşlarımla paylaşmak istediğim.

Benim, kahveyi daha iyi bir fincanda içmek için dertlenen, elindeki kahveyi de kendine zehir eden öğretmenler var bildiğim. Hepsine benden çay!

Pazartesi, Ekim 03, 2011

ayna

Otoriteyi baştan koyacaksın diyen öğretmenlere ceza verebilseydim eğer şöyle olurdu:


Okulumun öğretmenler odası pek ruhsuz, sıkıcı, büyük, renksiz. Oda sakinleri çok sakin, isteksiz, yorgun, usanmış. İlk geldiğim günden beri bana yüzümün yakın bir zamanda onlara benzeyeceği söylüyorlar. Onlar gibi alışacakmışım, çocuklardan beklentimi sıfırlayacak, öğrenme ve öğretme telaşlarımı bir kenara bırakacakmışım. Çocukların anladıkları dil kabalıktan geçiyormuş, otorite baştan kurulmalıymış, güleryüz yasakmış.

Burada çocuklar 5. sınıfa gelene kadar 5 öğretmen değiştirebiliyor, 6. sınıfta okuma yazma bilmeyebiliyor, sevgi ve güven duygusundan yoksun yetişebiliyor. Bunları ifade etmem, kanıksadığımın göstergesi değildir asla. Öğrenci ve öğretmen davranışlarının gerçekte sebebini arıyorum. Durumları iyi anlamam şart.

Okulun ilk günü, son ders, sınıftan ağlayarak kaçmadıysam, bundan sonra da kolay kolay yapmam gibime geliyor. Sözünü ettiğim 5. sınıflardan biri. Şimdiki sınıf öğretmenleri yeni gelmiş. Bu öğretmen onların 5. öğretmeni. Sınıfta yaşananları burada anlatmayacağım ama o sınıf yönetimi kitaplarında yazan disiplin sorunlarından sanki birer örnek alınmış, beni test etmek için bir simülasyon hazırlanıp o sınıf oluşturulmuş. İletişmek bir yana, kendi kendime konuşmak için bağırsam da sınıfın içini sesim doldurmuyor. Sabırla bir ders geçiyor, müstakbel ikinci saat de öyle ancak duyduklarıma inanamadım. "Öğretmenim, yaramazlık yapanları dövün.", "Siz bizi dövmeyecek misiniz? Önceki öğretmenimiz olsaydı şimdiye.."

Eyvah diyorum eyvah. Ne yapabilirim şimdi. İlk derste konuşulacaklar bildiğiniz gibi demokrasiydi ve sınıfta birbirimize saygılı olmak, karşımızdakini dinlemek, ders dinlemek isteyenlerin hakkını gaspetmemek üzerine konuştuk-maya çalıştık ancak bir şey eksik, hala, sanki tedirginliklerini örtmek için bu çocuklar bu kadar hırçın. Kara kara yarını bekledim çünkü ilk gün, sınıf öğretmenleri aynı zamanda yüksek lisans yaptığı için okulda yoktu, eğer bu öğretmen de aynı düzeni(!) devam ettirirse bu sınıf benim için gerçekten zorlu geçecekti.

Hikayemin sonunu şimdiden söyleyim, bu sınıf benim ders işlemekte en keyif aldığım sınıf.

Ertesi gün öğretmenleri ile tanıştım. E.. hanım, o kadar sevecen bir kadındı ki, o gün ayakta bir iki cümleyle bile ne konuştuysak beni düştüğüm yerden bir daha kaldırdı. Şükrettim, zinciri kırdık!

Bir sonraki gün yine aynı sınıfa girdiğimde hava bambaşkaydı. Çiçek gibi sınıf demek geldi içimden, ananem evi temizleyip yaptığı iş hoşuna giderse: "Çiçek gibi oldu ev." derdi. E.. hanım, kaba tabirle temizlik yapmaktan ziyade sınıfa güneş getirmişti. Güven vardı, aydınlık, şeffarlık vardı, korku yoktu.

Şu aralar, öğretmenliğe yeni başlayan arkadaşlarımla haberleşiyor, tüm yaşadıklarını dikkatle dinliyorum. Merak ediyorum, soruyorum, yaşadıklarımız benzer şeyler mi, bilmek istiyorum. Sıkıntılar çoğunlukla aynı, öğrenciyle iletişim kuramamaktan, ders işleyememekten yakınıyoruz. Kimimiz ulaşmak istediğimiz yere hala istekli, kimimiz yılların yorgun öğretmen yüzüne bürünmeye başlamış. Kimimizin gücü, kimimizin bilgisi eksik.

Bugün E.. hanımla birbirimizi görebildiğimiz bir-iki dakika ders arasında sohbet ettik. E.. hanım benden çok çok tecrübeli, 8. yılını doldurmuş. Geçenlerde eşine benden bahsetmiş ve enerjimden ne kadar mutlu olduğunu onunla paylaşmış. Ne güzel bir tesadüf diyorum, her gün anneme ben de sizden bahsediyorum, siz iyi ki varsınız diye şükrediyorum. O renksiz odada E.. hanımı görmek beni gerçekten çok mutlu ediyor.

Yarın yeni bir gün, öğrencilerimi ve E.. hanımı görmek için sabırsızlanıyorum. Sanırım Yoko da.. Nostaljikamızın ismi bugün kondu, Yoko!

Cumartesi, Ekim 01, 2011

nostaljik görünümlü



Dün annemle çarşı pazar gezmesine çıktık okul sonrası. Aldıklarımla burayı az kalsın bir moda bloguna çevirecektim, Allah hepimizi korudu, öyle söyleyim.

Sizi nostaljik görünümlü (bu tabir de bize trt'den geçti. Çocukken, yaz tatillerinde, annem beni iş yerine götürürdü. Devlet neye benziyor, ilk orda bildim, sarı perdeler, koyu kahve masalar, metal dolaplar. Sehpanın üzerine yığılmış, sayfalarının yırtılarak açılmasını bekleyen resmi gazeteler. Tüm binada garip bir koku vardı, ki bu koku devlete benziyordu, ama annemin odası biraz daha farklıydı. Sabah gelir gelmez sadece trt'yi çeken, anten yerine makas konulmuş radyosunu açar, pencerenin yanındaki menekşelere su verirdi. Ben de bir tekerleği kırık döner deri koltuğuna oturur resim yapar, sıkılsam da radyoyu dinlerdim. Radyoda bir teyze yarışma yapar ve "Cevabı doğru yanıtlarsanız bizden nostaljik görünümlü bir radyo kazanmış olacaksınız." derdi. Ben eski değil, yeni bir radyo resmi çizerdim. O zaman da detaycıydım. Tey..) müzik kutumla tanıştıracağım. Bilgisayarım artık sadece masaüstü çalışabilir özelliklere sahip olduğundan sınıfta taşıması kolay, kitabın "listening" kısımlarını dinlemek ya da diğer dinlemeye yönelik etkinlikler için bir dehaya ihtiyacım vardı, sonunda buldum. Teknoloji harikası, böyle flash, hafıza kartı falan takıp dinlenebiliyor, sesi bir sınıfa yetecek düzeyde. El kadar. Yaramaz olduğunda böyle:


Uslu durduğunda bir metis ajandasından daha küçük:


Henüz bir adı yok çünkü okulda çocuklarla birlikte koymak istiyorum.

***

Dil nasıl öğrenilir? Anadil neye denir? Anneniz size geçmiş zaman ne demek öğretmiş miydi? "Gel bakalım kızım, oğlum, otur yanıma, bugün sıfatları öğreniyoruz." dedi mi mesela babanız. Bunların hiç biri olmadıysa konuştuğunuz dil, anadilinizdir. Çünkü sıfatları öğrenmeden de daha 4 yaşındayken "Bü-yük be-bek is-ti-yo-ruuum" diye ağladınız. İstanbul'da bir kafenin tuvaletinde rastladığım, muhtemelen evlerindeki tuvaletten küçük olduğu için girmemekte ısrar eden ve ağzında şeker yuvarlıyormuşcasına annesine "Little toilet, little!" diyen çocuk gibi.

İlk hafta sınıflarda demokrasi konuştuktan sonra, dil öğrenmeli miyiz, nasıl, anadillerimizi nasıl geliştirmeliyiz, sorularını sorduk. Onlara ingilizceyi, mümkün olduğunca kendi doğal yaşantılarında öğreneceklerini söyledim. Sokakta oynadıkları oyunu ingilizce dersinde de oynamalılardı mesela. (Şükürler olsun, okuldaki çoğu çocuk hala sokakta oynuyor.) İngilizce merhaba ve nasılsın demeyi öğretmek yerine onlarla birlikte "hello" şarkısını söylemeliydik. Dil dediğimiz şey iletişmeye yarayan bir araçsa, bu farkında olmadan öğrenilmeliydi. MEB her öğrenciye tablet bilgisayar, her sınıfa akıllı tahta projesiyle okulları laboratuvara çevireceğine, rahatsız tahta sıraları bir kenara bırakıp, sınıfta çocukların kendilerini ifade edebilecek bir oturma düzeni (minder, küme masası vs.) yani nispeten daha doğal bir ortam sağlamalıydı. Üstelik bu sadece dil değil, diğer tüm öğrenme alanları için de yararlı olurdu.

Şimdi bu benim nostaljika'mla bol bol dinleme etkinlikleri yapacağız. Ne olurdu yani şimdi sınıflarda bir de şu sıralar olmasa?

Salı, Eylül 27, 2011

etik



Anlaşıldığı üzre, bugünkü dersimizin konusu "Countries". 5. sınıf grupları ile ülke-millet-bayrak çalışıyoruz. Bu bir giriş çalışması, ülkeleri haritada göstermenin yararlı olacağını düşünerek kıytırıktan bir Avrupa haritası çiziyorum tahtaya, önceden hazırladığım bayrakları göstererek ve millet isimlerini okuyarak tahmin etmelerini sağlıyorum. Kimisi La Liga'dan çağrıştırdığı İspanya bayrağını tahmin ediyor, kimisi Türkçe'deki okunuşlara yakın olduğundan. Kimilerini hep birlikte kodluyoruz mesela,
Italian Flag-pizza,
green-biber
white-peynir
red-domates
Bu fikir hepsinin hoşuna gitti zira bu motivasyon diğer ülkelere de yansıdı.
Etkinlik tamamlandığında artık kitaptan devam etmek üzereydik ki bir öğrenci "Tiçır, tahta çok güzel oldu." dedi, aslında daha da güzel şeyler söyledi de şımarmamak için yazmıyorum.
Peki, ister misiniz fotoğrafını çekeyim?
-Çeeek çek tiçır, bizi de çek.

Orada bir soluklandık. Biz bugün ülkeleri konuşmanın yanında çocuk istismarından söz ettik. Onlara, 18 yaşından küçük oldukları için ailelerinden izin almadan onları fotoğraflayamayacağımı, kendilerinin de, başka birileri fotoğraflarını çekmek istediğinde, buna izin vermemeleri gerektiğini söyledim.

Çocuk fotoğrafları çekmek üzerine etik anlayışı genelde bu şekilde. Ne durumlarda gönül rahatlığıyla bir çocuk fotoğraflanır bilmiyorum. Bu zamana kadar da hep tedirgin oldum, ya çekerken izin aldım, ki o zaman doğallık kalmıyordu, ya da o an'ı yakaladıysam mutlaka yanındaki büyüğe gidip fotoğrafı gösteriyordum: "İstemezseniz eğer şimdi silebilirim."

Onlara etik gerekliliğini, en azından kendi etik biçimlerini oluşturmaları için, örneklerle anlattım, neler olabileceğini sıraladım. Sahi ne olabilirdi sadece bir fotoğrafın sonucu?

Küçük duruma düşebilirlerdi. Yani derste gülüp eğlenmiş olabiliriz, taklit yapmış olabiliriz mesela, o durum ders içinde gayet normal görünebilir ama kişi, yani fotoğraflanan ya da görüntüye alınan öğrenci, kendini herhangi bir internet sitesinde görmek veya başkaları tarafından o durumda görünmek istemiyor olabilir.

İçeriği uygun olmayan ve yasak sitelerde bu fotoğraflar değiştirilip yayınlanabilirdi.

Ya da hiç alakası olmayan yasal bir site, bu fotoğrafları kullanıp reklam yapabilir, onları kullanarak para kazanabilirdi.

Kocaman olan gözler, hayretler içinde kalmıştı o zaman.

Cep telefonumla çektiğim fotoğrafta, şimdi dikkatle bakmanızı istediğim, ortada en altta görünen, bir öğrencinin saçları. Kasıtlı çekmedim, çekerken öndeki öğrencinin merak edip ayağa kalkması sonucu oluşan bir görüntü. Ama buraya bu şekilde eklemem kasıtlı, bir tepki, bu yazıyı okuyan herkes için, okuyan ulaştırsın, gören uyarsın. "Ahaha ne komik lan." diye paylaşılan çocuk videoları kaldırılsın, beğeni kazanmak için eklenen fotoğraflar silinsin. Bunu sadece ben değil, "onlar" da istiyor.

Pazar, Eylül 25, 2011

bir hafta 29 saattir

Günaydın,

8.30'da uyandım. İlk pazarım, ilk tatilim. Hava düne nispeten daha güneşli. Sabah aldığım güzel bir mesaj da bugünü daha güzel değerlendirmem üzerine. Talas'ı çok özledim, gitmeliyim.

Bir hafta belki pazar olsun diye bekledim. Yorulduğumdan mı, hayır, tatil mi istedim daha ilk günden, elbette değil.

Günler o kadar dolu dolu ki, sabahın altısında uyanmak meğer insana ne çok şey yaşatıyormuş yaşamaya değer. İfade etmeliyim ki üniversite son sınıfta, haftada 15 saat bile okula gitmezken, kendimi haftada 29 saat çalışırken buldum. Öğretmenlere mesai uygulaması getirilsin tartışmalarının da estiği günlerde haftada 29 saat çalışmanın da yorucu olmadığı üzerine annemin kadın gününde dahi konuşmalar yapılıyor, yuh. Burada sizinle nasıl yorulduğumdan ziyade ne uğruna yorulduğumu paylaşacağım. O yüzden ilk ve son olarak şu 29 meselesine açıklık getireyim.

Hafta içi her gün 7.30'da okuldayım, 3 gün sabahları, 2 gün de aralıklarla tüm gün derslere giriyorum. 657.ye tabi değilim, beni MEB değil, kaymakamlık atadı. Maaşım bir kadrolu öğretmen kadar değil, sigortam ayda 15 gün yatıyor.

Gayet sakinim. Tüm hafta pazar gününü bekledim. Tatil istediğimden değil, yaşadıklarımı tazeliğinde saklamak istediğimden.

Müdür yardımcısı, sahip olduğu unvanın zihniyetinden uzak. Bizim için eğitim, öğretimden daha önemli diyor, öğrenciler sizi sevsin, ingilizce sonra. Öyle de oldu zaten.

Devlet işleri tuhaf, demokrasi bile genelgeyle işleniyor derslerde. Okulun ilk günü yazı gelmiş bakanlıktan, ilk dersin konusu, demokrasi eğitimi ve demokratik okul kültürü. Sanki ondan sonra barındırmayın der gibi, ilk ders yazmışlar sadece. Neyse, kağıdı bunları düşünerek okudum kaldırdım. Öğretmenler odası "Ee nolacak şimdi" bakışlarıyla dolu. Ben aklımdakileri toparlıyorum, nasıl giriş yapacağımı düşünüyorum.

İlk dersim 5. sınıflarla. Sınıfa girdim, sakinim, içimde tuhaf bir güvenlik hissi var. Kendimi eş zamanlı hem ingilizce hem türkçe tanıtacağım ama öyle jest ve mimik kullanıyorum ki, sınıfta aniden pek çok simultane tercüman beliriyor ve türkçe konuşmama gerek kalmıyor. Özgüvenlerini hissedebilmeleri için ilk adım, "Harika, e siz zaten ingilizce biliyormuşsunuz." diyorum. Yüzleri şimdi daha rahat, beni ilgiyle dinlemeye başlıyorlar.

Demokrasi, diyorum, daha önce hiç duymamış olan var mı, bir kaç tane parmak kaldıran oluyor, peki duydum ama anlamını pek bilmiyorum diyen var mı, nispeten çoğunluğu kaldırıyor bu defa. Anlamını biliyorum diyenlerle tanım yapmaya çalışıyoruz, örneklerini toparlıyorum, geribildirim veriyorum, çoğunlukla bahsedilen konu seçme ve yönetim anlayışıyla ilgili. Konuyu önce aile içi demokrasi sonrasında da demokratik okul kültürüne getirmeye çalışıyorum. Geliyor da gayet, ailelerinde nasıl söz sahibi olamadıklarını, derslerinin nasıl demokrasiden yoksun geçtiğini farkediyorlar. Kendilerinin dahil olmadığı kural koyma süreçleri, neyi niçin yapmaları veya yapmamaları gerektiğini bilmeden, ezbere, dolayısıyla uymadıkları kurallar ve hiç de adil olamayan cezalarla karşılaşmaları.

Onlara sınıfta demokratik bir kültür olmazsa ders işlenişinin aksayacağı, ne benim bilgilerimi paylaşabileceğimi ne de onların yeni bir dil öğrenebileceğini anlatıyorum. O zaman hepimizin uyacağı bir kurallar dizisi olurşturduk. Her sınıfta farklı diziler çıktı ki doğal olan buydu. Ben ödev verirken onların yapabileceği zorlukta görevler isteyeceğim ve onların bu ödevleri neden yapması gerektiğini, onlara ne fayda getireceğini anlatacaktım, onlar da bu fayda doğrultusunda yapacak, yapmayı ya da getirmeyi unutan olursa da bir sonraki ders için getirmesini tüm sınıfça isteyecektik, çünkü arkadaşlarından hiç birinin kendilerinden geri kalmasını istemeyeceklerdi.

Saygı gösterecektik mesela birbirimize, sınıfta kim konuşuyorsa o an, sabırla bitmesini bekleyecek ve konuşmak için söz alacaktık. Hata yaptığımız zaman kimseye gülmeyecektik çünkü bilmemek ya da o zamana kadar "doğru"yla karşılaşmamış olmak da bir farklılıktı ve biz farklılıklara saygı duyacaktık. Sınıfta tek farklılık bu değildi elbet, mesela çoğu, anadil ve farklı etnik köken konusunu, "biz" büyükler tartışaduralım, çoktan halletmişlerdi. Yan yana, aynı sıralarda oturuyor, beslenme saatinde ketelerini paylaşıyorlardı. "Biz" de attığımız düğümleri çözebilseydik keşke.

4. 5. ve 6. sınıfların derslerine giriyorum, hepsinden ayrı bir keyif alıyorum, bildiklerine ağzım kulaklarımda şaşıyor, onlardan öğrendiğim yeni bir anlayış, yeni bir düşünce için orada bulunmamı sağlayan güç için şükranımı sunuyorum.

Demokrasi girişi yaptığım 5. sınıflardan biri, t(teacher), s(student)
t: Nedir bu demokrasi, somut bir şey mi ki, böyle kek gibi mi mesela? yenilip içilecek?
s: [şivemiz biraz doğudan, usülüyle okuyunuz] ögretmenim, ben demokrasiniiin kızartmasını yapıp yiyorum
t: Tabi bu da olabilir, demokrasi kızartması yapılan bir şeydir belki de. (Konuşmanın müstakbel kısımlarının ne getireceğinden habersiz.)
s: Şakka ögretmenim şakka, demokrasiii özgürlük demekh.
t: (Dumur, eşşoleşşek, hayır nerden aklına geliyor, bir de neden kızartma?)

Konumuz yine aynı, demokrasiyi duymayanların çoğunluk olduğu bir sınıfta, konuya seçimlerden girmeye çalışıyorum. Mesela, Tayyip Erdoğan bir gün gelip diyor ki, ben sizin bundan böyle başbakanınızım, bu arada seçim falan yapılmamış, bu demokratik olur mu, diyorum, gülüşmeler, ön sırada oturan bir çocuğun ayağa kalkıp ben başbakanım demesi, noluyor diye sormamla birlikte, "Öğretmeniiim, onun adı Tayyip Erdoğan!" Hö? diyorum, hee hii diyip geçiştiriyorum, öğrenci yerine otururken, "Yok oğlum ben Kılıçdaroğlu'yum" diyor. Dersin sonuna doğru yoklama alırken farkediyorum ki Tayyip Erdoğan, bildiğin.

yirmidokuz otuz. Yarın yeni bir yirmidokuz başlıyor.