Salı, Eylül 27, 2011

etik



Anlaşıldığı üzre, bugünkü dersimizin konusu "Countries". 5. sınıf grupları ile ülke-millet-bayrak çalışıyoruz. Bu bir giriş çalışması, ülkeleri haritada göstermenin yararlı olacağını düşünerek kıytırıktan bir Avrupa haritası çiziyorum tahtaya, önceden hazırladığım bayrakları göstererek ve millet isimlerini okuyarak tahmin etmelerini sağlıyorum. Kimisi La Liga'dan çağrıştırdığı İspanya bayrağını tahmin ediyor, kimisi Türkçe'deki okunuşlara yakın olduğundan. Kimilerini hep birlikte kodluyoruz mesela,
Italian Flag-pizza,
green-biber
white-peynir
red-domates
Bu fikir hepsinin hoşuna gitti zira bu motivasyon diğer ülkelere de yansıdı.
Etkinlik tamamlandığında artık kitaptan devam etmek üzereydik ki bir öğrenci "Tiçır, tahta çok güzel oldu." dedi, aslında daha da güzel şeyler söyledi de şımarmamak için yazmıyorum.
Peki, ister misiniz fotoğrafını çekeyim?
-Çeeek çek tiçır, bizi de çek.

Orada bir soluklandık. Biz bugün ülkeleri konuşmanın yanında çocuk istismarından söz ettik. Onlara, 18 yaşından küçük oldukları için ailelerinden izin almadan onları fotoğraflayamayacağımı, kendilerinin de, başka birileri fotoğraflarını çekmek istediğinde, buna izin vermemeleri gerektiğini söyledim.

Çocuk fotoğrafları çekmek üzerine etik anlayışı genelde bu şekilde. Ne durumlarda gönül rahatlığıyla bir çocuk fotoğraflanır bilmiyorum. Bu zamana kadar da hep tedirgin oldum, ya çekerken izin aldım, ki o zaman doğallık kalmıyordu, ya da o an'ı yakaladıysam mutlaka yanındaki büyüğe gidip fotoğrafı gösteriyordum: "İstemezseniz eğer şimdi silebilirim."

Onlara etik gerekliliğini, en azından kendi etik biçimlerini oluşturmaları için, örneklerle anlattım, neler olabileceğini sıraladım. Sahi ne olabilirdi sadece bir fotoğrafın sonucu?

Küçük duruma düşebilirlerdi. Yani derste gülüp eğlenmiş olabiliriz, taklit yapmış olabiliriz mesela, o durum ders içinde gayet normal görünebilir ama kişi, yani fotoğraflanan ya da görüntüye alınan öğrenci, kendini herhangi bir internet sitesinde görmek veya başkaları tarafından o durumda görünmek istemiyor olabilir.

İçeriği uygun olmayan ve yasak sitelerde bu fotoğraflar değiştirilip yayınlanabilirdi.

Ya da hiç alakası olmayan yasal bir site, bu fotoğrafları kullanıp reklam yapabilir, onları kullanarak para kazanabilirdi.

Kocaman olan gözler, hayretler içinde kalmıştı o zaman.

Cep telefonumla çektiğim fotoğrafta, şimdi dikkatle bakmanızı istediğim, ortada en altta görünen, bir öğrencinin saçları. Kasıtlı çekmedim, çekerken öndeki öğrencinin merak edip ayağa kalkması sonucu oluşan bir görüntü. Ama buraya bu şekilde eklemem kasıtlı, bir tepki, bu yazıyı okuyan herkes için, okuyan ulaştırsın, gören uyarsın. "Ahaha ne komik lan." diye paylaşılan çocuk videoları kaldırılsın, beğeni kazanmak için eklenen fotoğraflar silinsin. Bunu sadece ben değil, "onlar" da istiyor.

Pazar, Eylül 25, 2011

bir hafta 29 saattir

Günaydın,

8.30'da uyandım. İlk pazarım, ilk tatilim. Hava düne nispeten daha güneşli. Sabah aldığım güzel bir mesaj da bugünü daha güzel değerlendirmem üzerine. Talas'ı çok özledim, gitmeliyim.

Bir hafta belki pazar olsun diye bekledim. Yorulduğumdan mı, hayır, tatil mi istedim daha ilk günden, elbette değil.

Günler o kadar dolu dolu ki, sabahın altısında uyanmak meğer insana ne çok şey yaşatıyormuş yaşamaya değer. İfade etmeliyim ki üniversite son sınıfta, haftada 15 saat bile okula gitmezken, kendimi haftada 29 saat çalışırken buldum. Öğretmenlere mesai uygulaması getirilsin tartışmalarının da estiği günlerde haftada 29 saat çalışmanın da yorucu olmadığı üzerine annemin kadın gününde dahi konuşmalar yapılıyor, yuh. Burada sizinle nasıl yorulduğumdan ziyade ne uğruna yorulduğumu paylaşacağım. O yüzden ilk ve son olarak şu 29 meselesine açıklık getireyim.

Hafta içi her gün 7.30'da okuldayım, 3 gün sabahları, 2 gün de aralıklarla tüm gün derslere giriyorum. 657.ye tabi değilim, beni MEB değil, kaymakamlık atadı. Maaşım bir kadrolu öğretmen kadar değil, sigortam ayda 15 gün yatıyor.

Gayet sakinim. Tüm hafta pazar gününü bekledim. Tatil istediğimden değil, yaşadıklarımı tazeliğinde saklamak istediğimden.

Müdür yardımcısı, sahip olduğu unvanın zihniyetinden uzak. Bizim için eğitim, öğretimden daha önemli diyor, öğrenciler sizi sevsin, ingilizce sonra. Öyle de oldu zaten.

Devlet işleri tuhaf, demokrasi bile genelgeyle işleniyor derslerde. Okulun ilk günü yazı gelmiş bakanlıktan, ilk dersin konusu, demokrasi eğitimi ve demokratik okul kültürü. Sanki ondan sonra barındırmayın der gibi, ilk ders yazmışlar sadece. Neyse, kağıdı bunları düşünerek okudum kaldırdım. Öğretmenler odası "Ee nolacak şimdi" bakışlarıyla dolu. Ben aklımdakileri toparlıyorum, nasıl giriş yapacağımı düşünüyorum.

İlk dersim 5. sınıflarla. Sınıfa girdim, sakinim, içimde tuhaf bir güvenlik hissi var. Kendimi eş zamanlı hem ingilizce hem türkçe tanıtacağım ama öyle jest ve mimik kullanıyorum ki, sınıfta aniden pek çok simultane tercüman beliriyor ve türkçe konuşmama gerek kalmıyor. Özgüvenlerini hissedebilmeleri için ilk adım, "Harika, e siz zaten ingilizce biliyormuşsunuz." diyorum. Yüzleri şimdi daha rahat, beni ilgiyle dinlemeye başlıyorlar.

Demokrasi, diyorum, daha önce hiç duymamış olan var mı, bir kaç tane parmak kaldıran oluyor, peki duydum ama anlamını pek bilmiyorum diyen var mı, nispeten çoğunluğu kaldırıyor bu defa. Anlamını biliyorum diyenlerle tanım yapmaya çalışıyoruz, örneklerini toparlıyorum, geribildirim veriyorum, çoğunlukla bahsedilen konu seçme ve yönetim anlayışıyla ilgili. Konuyu önce aile içi demokrasi sonrasında da demokratik okul kültürüne getirmeye çalışıyorum. Geliyor da gayet, ailelerinde nasıl söz sahibi olamadıklarını, derslerinin nasıl demokrasiden yoksun geçtiğini farkediyorlar. Kendilerinin dahil olmadığı kural koyma süreçleri, neyi niçin yapmaları veya yapmamaları gerektiğini bilmeden, ezbere, dolayısıyla uymadıkları kurallar ve hiç de adil olamayan cezalarla karşılaşmaları.

Onlara sınıfta demokratik bir kültür olmazsa ders işlenişinin aksayacağı, ne benim bilgilerimi paylaşabileceğimi ne de onların yeni bir dil öğrenebileceğini anlatıyorum. O zaman hepimizin uyacağı bir kurallar dizisi olurşturduk. Her sınıfta farklı diziler çıktı ki doğal olan buydu. Ben ödev verirken onların yapabileceği zorlukta görevler isteyeceğim ve onların bu ödevleri neden yapması gerektiğini, onlara ne fayda getireceğini anlatacaktım, onlar da bu fayda doğrultusunda yapacak, yapmayı ya da getirmeyi unutan olursa da bir sonraki ders için getirmesini tüm sınıfça isteyecektik, çünkü arkadaşlarından hiç birinin kendilerinden geri kalmasını istemeyeceklerdi.

Saygı gösterecektik mesela birbirimize, sınıfta kim konuşuyorsa o an, sabırla bitmesini bekleyecek ve konuşmak için söz alacaktık. Hata yaptığımız zaman kimseye gülmeyecektik çünkü bilmemek ya da o zamana kadar "doğru"yla karşılaşmamış olmak da bir farklılıktı ve biz farklılıklara saygı duyacaktık. Sınıfta tek farklılık bu değildi elbet, mesela çoğu, anadil ve farklı etnik köken konusunu, "biz" büyükler tartışaduralım, çoktan halletmişlerdi. Yan yana, aynı sıralarda oturuyor, beslenme saatinde ketelerini paylaşıyorlardı. "Biz" de attığımız düğümleri çözebilseydik keşke.

4. 5. ve 6. sınıfların derslerine giriyorum, hepsinden ayrı bir keyif alıyorum, bildiklerine ağzım kulaklarımda şaşıyor, onlardan öğrendiğim yeni bir anlayış, yeni bir düşünce için orada bulunmamı sağlayan güç için şükranımı sunuyorum.

Demokrasi girişi yaptığım 5. sınıflardan biri, t(teacher), s(student)
t: Nedir bu demokrasi, somut bir şey mi ki, böyle kek gibi mi mesela? yenilip içilecek?
s: [şivemiz biraz doğudan, usülüyle okuyunuz] ögretmenim, ben demokrasiniiin kızartmasını yapıp yiyorum
t: Tabi bu da olabilir, demokrasi kızartması yapılan bir şeydir belki de. (Konuşmanın müstakbel kısımlarının ne getireceğinden habersiz.)
s: Şakka ögretmenim şakka, demokrasiii özgürlük demekh.
t: (Dumur, eşşoleşşek, hayır nerden aklına geliyor, bir de neden kızartma?)

Konumuz yine aynı, demokrasiyi duymayanların çoğunluk olduğu bir sınıfta, konuya seçimlerden girmeye çalışıyorum. Mesela, Tayyip Erdoğan bir gün gelip diyor ki, ben sizin bundan böyle başbakanınızım, bu arada seçim falan yapılmamış, bu demokratik olur mu, diyorum, gülüşmeler, ön sırada oturan bir çocuğun ayağa kalkıp ben başbakanım demesi, noluyor diye sormamla birlikte, "Öğretmeniiim, onun adı Tayyip Erdoğan!" Hö? diyorum, hee hii diyip geçiştiriyorum, öğrenci yerine otururken, "Yok oğlum ben Kılıçdaroğlu'yum" diyor. Dersin sonuna doğru yoklama alırken farkediyorum ki Tayyip Erdoğan, bildiğin.

yirmidokuz otuz. Yarın yeni bir yirmidokuz başlıyor.