Pazar, Ekim 30, 2011

"piriket"

Deftere yazılmaya cesaret edilmeyen bir hafta. Hayatımda üzüntünün bedenime ağır geldiği nadir anlardan birini yaşadım bu hafta. Okulun yanmayan kaloriferleri daha soğuk; yatak ve karanlık bir enkaz gibiydi. İyi haber kötü habere karıştıkça dengem yok oluyordu. Yunus bakıyordu bana, sınıfımdaki onca çocuk gibi. Birine sarılıp ağlamalı mıydım ölüm haberi geldiğinde?

Ayaklarım üşür benim. Can havliyle gönderdiğim çocuk çorapları yetmezdi ki hepsine..

Düşlerinin düşümden gayrı olmadığını bildiğim öğretmenlerimin kötü haberlerini aldıkça yoruldum. 52 günlük öğretmen arkadaşımın hikayesini bildikçe dua ettim. Çokça yutkundum, ağlamadım.

Çocuklarım: "Öğretmenim, onlara piriket gönderelim, okul yapsınlar." dedikçe, okula poşet poşet kıyafetleriyle geldikçe, tuğla yüzü görmemiş briketli gecekondu evlerinde dua ettikçe ben yine yutkundum.

Dün ağladım. Ölüm yıl dönümünde babamın. 15 bayram geçmiş onsuz. Annesiz, babasız, evlatsız, öğretmensiz, öğrencisiz ilk bayram geçirecek kardeşlerime ağladım.

Pazartesi, Ekim 17, 2011

öğrenmenin günlüğü

Tesadüfler Tanrısı bana gülümsüyor ne zamandır.

Dün başına oturduğum defteri bugün tamamlayabildim. Geç kalmış bir defter aslında, neredeyse bir aylık. 29 saat içerisinde çok şey oluyor elbette. Sınıfta cevaplayamadığım sorular, hımm bunu öğrenip geleceğim dediğim şeyler, bir sonraki ders için verdiğim sözler, ders hazırlıkları için aklıma gelen fikirler, beni alıp götüren öğrenci cümleleri, göz atmam gereken makale, internet sitesi, kitap vs.

Bugün, evde kalan yarım defterimi düşünürken 5. sınıflardan bir öğrencim ingilizce günlük tutmak istediklerini söyledi. Günlük tutmakla neyi ifade ettiklerini sordum, açıkçası önce sıcak bakamadım bu fikre. Lise hazırlıktayken günü gününe yazılması zorunlu ingilizce günlüklerimiz vardı, her gün yazacak bir şey bulamadığımız için bir hafta içinde bıkar, bırakır, kontrol günü gelince yaşanmamış şeyleri alelacele yazıp verirdik. Burada sıkıntılı olan şey öğrenmenin bir "otorite" tarafından kontrol ediliyor olması ve bu ödevin kazanımlarının yeterince farkında olmamamız ya da görevin bizim için önemli sayılmıyor olması.

-Peki ne olacak bu günlüğün içinde?
-Gün içinde öğrendiklerimizi yazacağız örtmenim.

Toparlanmam uzun sürmedi çünkü bu harika bir fikirdi. "Öğrenmenin günlüğü" tutulacaktı, hem de sınıfta bunu talep eden bir öğretmen değil, öğrenciydi. Çok mutlu olduğumu ifade ettim, onlara kendi yaptığım defterden bahsettim ve onların da belki kendilerine birer defter yapabileceğini anlattım. Zorunlu değildi günlük tutmak ancak faydalarını onlara sorup, bu görevi kendileri için anlamlı hale getirmelerini istediğimde günlük tutmak istemeyen neredeyse çok azdı.

Kişinin kendi öğrenmelerini kontrol edebilmesi ne iyi. Üstelik defter tutma alışkanlığı, bunu bağımlılığa çevirmediğimiz sürece, öğrenme sürecini sistemli geçirmemizi sağlıyor. Sınıfta dile getirmediğim, doğal bir akran değerlendirme sistemi var. Kelime defteri için bunu gözlemledim, birbirlerinin defterlerine bakarak kendileri ile kıyaslıyor, bilmediklerini soruyor, eksik olanları düzenliyor ve farkında olmadan öğrenmek için öz motivasyon sağlamış oluyorlar.

Bu çocuklardan öğreneceğim o kadar çok şey var ki. Adımı değiştirin benim, öğreten değilim ben.

Tesadüfler Tanrısı'nın bugün bana göz kırptığı son nokta Kayhan Karlı'nın yazısı oldu ve Öğrenme Yoldaşlığı.

Cumartesi, Ekim 08, 2011

hizmet puanı

-Nasılsınız hocam, alışabildiniz mi okula?
-Aaeevet tabi, beklediğimden daha iyi hatta, gün geçtikçe daha iyi iletişim kuruyorum, bu benim için önemliydi. Ama dün bir öğrenciyle garip bir konuşma yaptık, bana, "Örtmenim, siz bu okula neden geldiniz?" diye sordu. Konuşmanın ilerisini tahmin edemediğimden tercihten ziyade atamalarla ilgili bir kaç cümle ettim. Bu cevap ona yeterli gelmemiş olacak ki şöyle devam etti, "Öğretmenler genelde bu okulu, mahalleyi, öğrencileri sevmez de, merak ettim."
-Deseydiniz hocam siz de, ben meraklı değilim burada öğretmenlik yapmaya, her öğretmen ister güzel okullarda çalışmak ama napalım.

Oradan kendisinin kaç hizmet puanı olduğunu, seneye hangi iyi(!) okula tayin isteyeceğini falan anlattı.

Konuşmamızı şöyle sürdürmek istiyordum oysa.
-Bu cümlenin altında ezildim hocam. Çocuklar kendilerini değersiz, zararlı, istenmeyen olarak görüyorlar. Sorusuna cevaben diyebildiğim yalnızca burada olmaktan mutluyum ve siz benim için değerlisiniz demek oldu.

***
Bir insanın, yaşadığı yeri, çalışmak istediği şehri seçmeye elbette hakkı olmalı diye düşünüyorum, bu öğretmenler için de geçerli tabiki, evine yakın bir okulda çalışmak ya da sevdiği bir şehirde öğretmen olmak istemek çok doğal. Ancak aklımda yolunda gitmeyen şeyler var.

Gözlemlediğim kadarıyla çoğu öğretmen arkadaşım bulunduğu okuldan ve öğrencilerden memnun değil. Bu hoşnutsuzluğa sebep kişisel yaşam şartları da olabilir pekala, hakettiği kadar maaş almıyordur, bulunduğu şehirdeki imkan çeşitliliği bir önceki şehirdeki kadar değildir mesela. Sıkıntı, bu mutsuzluk okula ve öğrencilere yansıtıldığı zaman başlıyor. 5. sınıfa gelene kadar 5 tane öğretmen değiştirdiyse bir çocuk, terk edilmenin, istenmemenin üzüntüsünü, buna bağlı olarak bir güvensizlik yaşıyor olabilir.

5 yıl okula giden bir çocuk okuma-yazma neden öğrenemez, cevabın en büyük dilimi bu sebeptir bence.

***
Bir öğretmenin neden öğretmen olduğunu sorgulamak benim haddim değil ancak insan bilmek istiyor, sürdürülmek istenen bir eğitim sürecinde yarı yolda bırakılan çocukları gördükçe. Sınıf öğretmenleriyle ilgili çok haince(!) planlarım var sadece olgun sınıf öğretmeni arkadaşlarımla paylaşmak istediğim.

Benim, kahveyi daha iyi bir fincanda içmek için dertlenen, elindeki kahveyi de kendine zehir eden öğretmenler var bildiğim. Hepsine benden çay!

Pazartesi, Ekim 03, 2011

ayna

Otoriteyi baştan koyacaksın diyen öğretmenlere ceza verebilseydim eğer şöyle olurdu:


Okulumun öğretmenler odası pek ruhsuz, sıkıcı, büyük, renksiz. Oda sakinleri çok sakin, isteksiz, yorgun, usanmış. İlk geldiğim günden beri bana yüzümün yakın bir zamanda onlara benzeyeceği söylüyorlar. Onlar gibi alışacakmışım, çocuklardan beklentimi sıfırlayacak, öğrenme ve öğretme telaşlarımı bir kenara bırakacakmışım. Çocukların anladıkları dil kabalıktan geçiyormuş, otorite baştan kurulmalıymış, güleryüz yasakmış.

Burada çocuklar 5. sınıfa gelene kadar 5 öğretmen değiştirebiliyor, 6. sınıfta okuma yazma bilmeyebiliyor, sevgi ve güven duygusundan yoksun yetişebiliyor. Bunları ifade etmem, kanıksadığımın göstergesi değildir asla. Öğrenci ve öğretmen davranışlarının gerçekte sebebini arıyorum. Durumları iyi anlamam şart.

Okulun ilk günü, son ders, sınıftan ağlayarak kaçmadıysam, bundan sonra da kolay kolay yapmam gibime geliyor. Sözünü ettiğim 5. sınıflardan biri. Şimdiki sınıf öğretmenleri yeni gelmiş. Bu öğretmen onların 5. öğretmeni. Sınıfta yaşananları burada anlatmayacağım ama o sınıf yönetimi kitaplarında yazan disiplin sorunlarından sanki birer örnek alınmış, beni test etmek için bir simülasyon hazırlanıp o sınıf oluşturulmuş. İletişmek bir yana, kendi kendime konuşmak için bağırsam da sınıfın içini sesim doldurmuyor. Sabırla bir ders geçiyor, müstakbel ikinci saat de öyle ancak duyduklarıma inanamadım. "Öğretmenim, yaramazlık yapanları dövün.", "Siz bizi dövmeyecek misiniz? Önceki öğretmenimiz olsaydı şimdiye.."

Eyvah diyorum eyvah. Ne yapabilirim şimdi. İlk derste konuşulacaklar bildiğiniz gibi demokrasiydi ve sınıfta birbirimize saygılı olmak, karşımızdakini dinlemek, ders dinlemek isteyenlerin hakkını gaspetmemek üzerine konuştuk-maya çalıştık ancak bir şey eksik, hala, sanki tedirginliklerini örtmek için bu çocuklar bu kadar hırçın. Kara kara yarını bekledim çünkü ilk gün, sınıf öğretmenleri aynı zamanda yüksek lisans yaptığı için okulda yoktu, eğer bu öğretmen de aynı düzeni(!) devam ettirirse bu sınıf benim için gerçekten zorlu geçecekti.

Hikayemin sonunu şimdiden söyleyim, bu sınıf benim ders işlemekte en keyif aldığım sınıf.

Ertesi gün öğretmenleri ile tanıştım. E.. hanım, o kadar sevecen bir kadındı ki, o gün ayakta bir iki cümleyle bile ne konuştuysak beni düştüğüm yerden bir daha kaldırdı. Şükrettim, zinciri kırdık!

Bir sonraki gün yine aynı sınıfa girdiğimde hava bambaşkaydı. Çiçek gibi sınıf demek geldi içimden, ananem evi temizleyip yaptığı iş hoşuna giderse: "Çiçek gibi oldu ev." derdi. E.. hanım, kaba tabirle temizlik yapmaktan ziyade sınıfa güneş getirmişti. Güven vardı, aydınlık, şeffarlık vardı, korku yoktu.

Şu aralar, öğretmenliğe yeni başlayan arkadaşlarımla haberleşiyor, tüm yaşadıklarını dikkatle dinliyorum. Merak ediyorum, soruyorum, yaşadıklarımız benzer şeyler mi, bilmek istiyorum. Sıkıntılar çoğunlukla aynı, öğrenciyle iletişim kuramamaktan, ders işleyememekten yakınıyoruz. Kimimiz ulaşmak istediğimiz yere hala istekli, kimimiz yılların yorgun öğretmen yüzüne bürünmeye başlamış. Kimimizin gücü, kimimizin bilgisi eksik.

Bugün E.. hanımla birbirimizi görebildiğimiz bir-iki dakika ders arasında sohbet ettik. E.. hanım benden çok çok tecrübeli, 8. yılını doldurmuş. Geçenlerde eşine benden bahsetmiş ve enerjimden ne kadar mutlu olduğunu onunla paylaşmış. Ne güzel bir tesadüf diyorum, her gün anneme ben de sizden bahsediyorum, siz iyi ki varsınız diye şükrediyorum. O renksiz odada E.. hanımı görmek beni gerçekten çok mutlu ediyor.

Yarın yeni bir gün, öğrencilerimi ve E.. hanımı görmek için sabırsızlanıyorum. Sanırım Yoko da.. Nostaljikamızın ismi bugün kondu, Yoko!

Cumartesi, Ekim 01, 2011

nostaljik görünümlü



Dün annemle çarşı pazar gezmesine çıktık okul sonrası. Aldıklarımla burayı az kalsın bir moda bloguna çevirecektim, Allah hepimizi korudu, öyle söyleyim.

Sizi nostaljik görünümlü (bu tabir de bize trt'den geçti. Çocukken, yaz tatillerinde, annem beni iş yerine götürürdü. Devlet neye benziyor, ilk orda bildim, sarı perdeler, koyu kahve masalar, metal dolaplar. Sehpanın üzerine yığılmış, sayfalarının yırtılarak açılmasını bekleyen resmi gazeteler. Tüm binada garip bir koku vardı, ki bu koku devlete benziyordu, ama annemin odası biraz daha farklıydı. Sabah gelir gelmez sadece trt'yi çeken, anten yerine makas konulmuş radyosunu açar, pencerenin yanındaki menekşelere su verirdi. Ben de bir tekerleği kırık döner deri koltuğuna oturur resim yapar, sıkılsam da radyoyu dinlerdim. Radyoda bir teyze yarışma yapar ve "Cevabı doğru yanıtlarsanız bizden nostaljik görünümlü bir radyo kazanmış olacaksınız." derdi. Ben eski değil, yeni bir radyo resmi çizerdim. O zaman da detaycıydım. Tey..) müzik kutumla tanıştıracağım. Bilgisayarım artık sadece masaüstü çalışabilir özelliklere sahip olduğundan sınıfta taşıması kolay, kitabın "listening" kısımlarını dinlemek ya da diğer dinlemeye yönelik etkinlikler için bir dehaya ihtiyacım vardı, sonunda buldum. Teknoloji harikası, böyle flash, hafıza kartı falan takıp dinlenebiliyor, sesi bir sınıfa yetecek düzeyde. El kadar. Yaramaz olduğunda böyle:


Uslu durduğunda bir metis ajandasından daha küçük:


Henüz bir adı yok çünkü okulda çocuklarla birlikte koymak istiyorum.

***

Dil nasıl öğrenilir? Anadil neye denir? Anneniz size geçmiş zaman ne demek öğretmiş miydi? "Gel bakalım kızım, oğlum, otur yanıma, bugün sıfatları öğreniyoruz." dedi mi mesela babanız. Bunların hiç biri olmadıysa konuştuğunuz dil, anadilinizdir. Çünkü sıfatları öğrenmeden de daha 4 yaşındayken "Bü-yük be-bek is-ti-yo-ruuum" diye ağladınız. İstanbul'da bir kafenin tuvaletinde rastladığım, muhtemelen evlerindeki tuvaletten küçük olduğu için girmemekte ısrar eden ve ağzında şeker yuvarlıyormuşcasına annesine "Little toilet, little!" diyen çocuk gibi.

İlk hafta sınıflarda demokrasi konuştuktan sonra, dil öğrenmeli miyiz, nasıl, anadillerimizi nasıl geliştirmeliyiz, sorularını sorduk. Onlara ingilizceyi, mümkün olduğunca kendi doğal yaşantılarında öğreneceklerini söyledim. Sokakta oynadıkları oyunu ingilizce dersinde de oynamalılardı mesela. (Şükürler olsun, okuldaki çoğu çocuk hala sokakta oynuyor.) İngilizce merhaba ve nasılsın demeyi öğretmek yerine onlarla birlikte "hello" şarkısını söylemeliydik. Dil dediğimiz şey iletişmeye yarayan bir araçsa, bu farkında olmadan öğrenilmeliydi. MEB her öğrenciye tablet bilgisayar, her sınıfa akıllı tahta projesiyle okulları laboratuvara çevireceğine, rahatsız tahta sıraları bir kenara bırakıp, sınıfta çocukların kendilerini ifade edebilecek bir oturma düzeni (minder, küme masası vs.) yani nispeten daha doğal bir ortam sağlamalıydı. Üstelik bu sadece dil değil, diğer tüm öğrenme alanları için de yararlı olurdu.

Şimdi bu benim nostaljika'mla bol bol dinleme etkinlikleri yapacağız. Ne olurdu yani şimdi sınıflarda bir de şu sıralar olmasa?